Transparent White Star

Playlist

10 Nisan 2017 Pazartesi

Yorum : Karun ve Anarşist


Başlık: Karun ve Anarşist
Yazar: İskender PALA
Yayınevi: Kapı Yayınları
Sayfa: 313



Karun ve Anarşist kitabı çıkar çıkmaz alıp okuyanlardanım sanırım. Eeee İskender Pala olunca dur bi bloglara bakayım yorum araştırayım diye düşünmek gerekmiyor haliyle. Kitap siparişimi bile beklemeden en yakın kitapçıdan hemen alıp okumaya başladım. Bayıldım mı? Hayır. Beğendim mi? Bilemiyorum ama sanırım evet.

Kitabın konusu oldukça ilgi çekici. MÖ 500lerden alıp 1980lere getiriyor. 2 ayrı hikaye var. Lidyalılarda yaşayan 3 arkadaş. Karun için çalışıyorlar. Çok yakın arkadaşlar ve zamanla 3ü de aynı kıza aşık oluyorlar. Aşk aralarının açılmasına neden oluyor ve entrikalar burda başlıyor. Ve yine 3 arkadaş 1980lerin Türkiye'sinde. Aynı kıza aşık oluyorlar ve sonrasında yaşananlar..  Kitabın sonunda bu 2 hikaye birleşiyor. İşte ben tam olarak bu birleşme  noktasına takıldım.Bana biraz zorlayıcı geldi. Hani bi konu düşünülmüş şu mesajı vereyim ben bu kitapta denmiş ama çok fazla zorlanmış gibi geldi. Daha doğal daha içten beklerdim sanırım. ama elbette dil yine muhteşem yine elinden bırakamayıp bir solukta okuduğun bir kitap. 

Heralde kitabın bende en hayranlık uyandıran noktası Lidyalılardan 1980'lere geçilen sayfalar. O kadar başarılı bir anlatım olmuş ki bir hedefe kitlenmişken bir anda kendinizi 1986da buluyorsunuz. Çok farklı ve güzeldi. İkinci olarak beğendiğim nokta ise kitabın en arkasına iki ayrı harita konmuş böylece kitabı okurken bölgeleri karıştırmıyorsunuz ve konuyu daha iyi anlayabiliyorsunuz.

Eğer ki ilk kez İskender Pala okuyacaksanız şanslısınız bu kitaba bayılırsınız ve bundan sonra okuduğunuz diğer kitaplarına da aşık olursunuz ama eğer zaten bi İskender Pala okuyucusuysanız bu kitabın mesela Mihmandar'ın verdiği lezzeti vereceğini sanmıyorum.

                                                               Bibliomaniac Puanı : 




18 Şubat 2017 Cumartesi

Yorum: Aylak Adam



  • Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaylardaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine, sanatına. Çocuklarına tutunanlar vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez.

  • Ne ölüyüm ne sağım.

Kitaba ait bu iki alıntı aslında kitabın kahramanı Zebercet'i tanımak için yeterli zannediyorum. Ona ait bir şeyler çoktan aklınızda belirmiştir bile. Yalnız, her şeyden yabancılaşmış bir adam... İşte Anayurt Oteli böyle bir karakterin hayatını konu alan insanda müthiş derecede gerginlik ve karamsarlık uyandıran bir psikolojik-gerilim romanı. Zebercet işlettiği otelden nadiren dışarı adımı atan, arkadaşı olmayan bir karakter. Hayatı gecikmeli Ankara treni ile gelen bir kadının otelde bir gece geçirip ayrılmasından sonra büyük ölçüde değişir. Kendini kadının geri dönüşüne hazırlarken bir nebze olsun yaşamaya tekrar başlarken, kadının gelmeyeceğini anladığında ise bir şekilde geçmişte yaşadıklarının etkisi ile de dönülmez bir yola girer. Psikolojisi tam anlamıyla bozulur. 

Okurken insanı öylesine sıkıyor ki kitap.. ama okumaktan değil konusundan sıkılıyor insan -yanlış anlaşılma olmasın Yusuf Atılgan usta bir kalem-. Atılgan Aylak Adam'da olduğu gibi bu kitabının anlatım tarzı ile de karakteri özdeşleştirmiş diyebilirim. Yazarın en sevdiğim yanı da işte bu.

Kitap incecik, ama karakter tahlilleri, metaforlar muhteşem. 

Ama şunu söylemem gerekir ki ben Aylak Adamı çok beğenmiş olmama rağmen bunu beğenemedim. Kalem muhteşem ama içerik olarak benim kaldıramayacağım türde bir roman olmuş. Cinsel öğeler vs benim kaldırabileceğim türde değildi, özellikle Ortalıkçı kadının tabiri caizse ortalık malı gibi karakterize edilmesini sindiremedim. Yusuf Atılgan eserini böylece ustaca işlememiş olsaydı çoktan bir kenera bırakıp okumayı unutacağım bir roman olurdu ama şimdi ise iç karartıcı, psikolojisi tamamen bozuk, yalnız ve sapkın bir adam portresi aklımdan -ne yazık ki- çıkamayacak.  Böylesi muazzam bir anlatıma rağmen sonuna geldiğim de büyük bir 'oohhh, sonunda!' çektiğim bir roman oldu. Yusuf Atılgan karanlık ve sevimsiz karakterler ortaya çıkartmaya bayılıyor sanırım. Kısacası bu kitap bana çok fazla geldi sevgili okur. Diğer romanları da böyleyse yakın zamanda okumayı düşünmüyorum ne yalan söyleyeyim. Şu anda ise ihtiyacım olan tek şey beni keyiflendirecek bir kitap. 

Peki ya bu eserin 2008 yılına kadar MEB'in 100 Temel Eserden biri olarak seçmiş olması...

NOT: Zebercet isminin anlamı yarı değerli taş imiş. Kitapta da bunun üzerine değinilen bir kısım vardır. 

Bibliomaniacs Puanı:

29 Ocak 2017 Pazar

Yorum: Mor (Kahraman Tazeoğlu & M.H. Kan)



Bundan uzun zaman önce Bukre kitabını okumamın ardından bir daha 'asla' K. Tazeoğlu okumayacağıma dair kendime söz vermiştim. Büyükler asla 'asla' deme derken haklılarmış, neye güvendim hiç bilmiyorum. Ama Mor'un bir yandan distopik bir kitap olması diğer yandan da sadece Tazeoğlu tarafından yazılmamış olması beni bu kitabı okumaya itti. Tabi Bukre kitabını sevenlerin bu kitabı sevmemiş olmaları da yadsınamayacak bir etmendi. Sonuç: yine bin pişmanım.

Mor konusu bakımından çok güzel bir distopik kitap olma potansiyeline sahip aslında. Ben olsam bu kitabın arka kapak tanıtımı kesinlikle romantik yönü ağırlıklı yazmazdım zira kitap bundan çok daha başka boyutlarda. Ayrıca kitabın fantastik olduğunu düşünenler olmuş ama bu kitap gelecekte bir dünya yaratılarak sistem eleştirisi yapıldığı için distopik bir roman. Bir 1984, Biz, Cesur Yeni Dünya, Fahrenheit 451 vs vs... Bu kısmı çok da uzatmayıp kitabı kendimce tanıtmak istiyorum. Ki  neden böyle mutsuz olduğumu siz de anlayın.

Olaylar Asitan(İstanbul)'da geçmekte. Dünya öyle bir gezegen ki artık üzerinde tek bir ülke ve bu ülkenin de başkenti Asitan. Bu dünyadaki insanlar 'insanlar' ve 'barbarlar' olarak ikiye ayrılmakta ve 'insanlar' 'barbarlar'dan çok daha üstünler. Teknoloji beklenildiği gibi çok gelişmiş. Vatandaşlar ise genetik olarak mükemmeller, tabi 'barbarlar' bu mükemmeliyetten nasibini alamamışlar. Ve 'barbarların' amaçları dünyada yeşeren herhangi bir yeşilliği herkesten önce ele geçirmek. Anlayacağınız düşman! belli. Ve tüm bu gezegen Asitan'da yer alan yedi tepenin üzerinde yer alan yedi kuleden yönetilmekte. Her biri farklı bir kurumun merkez binaları tabi. Devleti yönetenler ise Kızıl Kule'de yaşamaktalar. Turuncu, Sarı Saray, Yeşil Medrese, Mavi LAB, Lacivert Saray ve kitaba ismini de veren Mor Anten. Tüm kulelerin bir yöneticisi varken Mor Anten'in yok çünkü bu yapay bir zekadan başka bir şey değil. Ve biz kitabı yer yer onun bakış açısından okuyoruz yani çok önemli bir karakter.  Tüm bu dünyanın başkanı Pars Han. Bu dünyayı ortaya çıkaran ise Dr. Ulak. Bir de tabi muhteşem aşıklarımız! Yüzbaşı Yusuf Ulak ve Akademik Asena... Yani harika bir distopik kurgu. Peki bunlardan hangisi kitabın tanıtımında? Hiçbiri. 

Bu kitap neden sıradan bir K. Tazeoğlu kitabı olarak piyasaya sürüldü hiç anlamadım. Üstelik de kitap bir nedenle Ömer Halisdemir'e ithaf edilmişken... Açıkçası ben kitabın 15 Temmuz olaylarının farklı bir versiyonu olarak görüyorum. İçinde derin mesajlar vardı fakat internette kitaba ait alıntılara baktığımda şaşırtıcı bir şekilde! çoğuna rastlamadım. Ve üzüldüm. Sonra gittim kendim alıntı ekledim oraya buraya... Bu güzelim kitabın bu şekilde yok olup gitmesine üzüldüm sonuçta kaç tane Türk yazar var ki şöyle kalitesinden bir distopya yazan. Bu da olmamış işte. Fakat ben her şeye rağmen, tüm o aşıkların  klişe paragraflarına rağmen bu kitabı beğendim. Ve eminim ki o kısımlar K. Tazeoğluna ait, yazarlar kendileri deseler 'hayır, öyle değil' yine de inanmam ^^. Burada yazarı yermek istemiyorum, kesinlikle yanlış anlaşılmasın başta kardeşim kendisini çok sever ama bana hiçbir şekilde hitap etmiyor ve benim gibi bir okura bir haksızlık gibi düşünüyorum ben bu kitabı. Tabi toplum için sanat yapılmamışsa söyleyecek lafım yok, susarım. -Keşke Yusuf ve Asena arasındaki ilişki çok da dillenmeseymiş demekten alıkoyamıyorum kendimi be!-

Uzun lafın kısası bahsettiğim bölümler olmasaymış tam benlik bir kitap olacakmış bu kitap da son anda köşeden dönmüş gibi^^. O halde birkaç alıntı paylaşayım da buradan uzaklaşayım. 

  • 'Düşünmek, bir bağımlılık... Bir kez başlayınca durmanın imkanı yok... Her cevap yeni sorular, her soru birden fazla cevaplar ortaya çıkarıyor. Sormayı neden bıraktıklarını artık anlıyorum.'

  • 'Korku en tehlikeli hissi insanın. Şiddeti, nefreti hatta kendi kendini, korkuyu bile korku doğuruyor.'

  • 'Konuşmaya başlamalarının üzerinden milyonlarca yıl geçti, ama hala doğru düzgün konuşamıyorlar.'

  • 'Yalnızlık tehlikelidir. Bağımlılık yapar... Ne kadar huzur verdiğini görünce herkesten kaçmaya başlarsın. Kendinden bile... Yalnızlık tehlikelidir.'

  • 'Risk al!  Kazanırsan mutlu olursun, kaybedersen büyürsün.'

  • 'Kendi fikrin yoksa, fikri olan birisi için yaşıyorsun demektir.'

  • 'Her şeyin, her varlığın karşıtı olmalıdır.Yoksa ayakta kalamaz!'

  • 'Eğer düşmanını kendin yaratmazsan, kendinle düşman olursun! Ve en tehlikeli düşman, kendi içinde olandır. Açık bir düşmanın olmazsa, hainler doğar.'

  • 'İnsanların birlik olması için bir düşmana ihtiyaçları var. Kendilerinden olmayan bir düşmana... Etki-tepki... Aksiyon-reaksiyon...'



Bibliomaniacs Puanı:

26 Ocak 2017 Perşembe

Yorum: Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz & Bazen Bahar (Melisa Kesmez)


Başlık: Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz & Bazen Bahar
Yazar: Melisa Kesmez
Yayınevi: Sel Yayıncılık*
Sayfa: 144 & 110

Melisa Kesmez ve kitaplarına bir çok sosyal medya ortamında denk gelince kendimi kitaplarını okumam gerekiyormuş gibi hissettim. Sonuçta bütün yaz Türk ağırlıklı yazarların kitaplarını okuyacaktım ve tercihen daha önce hernahgi bir kitabını okumadıklarıma şans verecektim. Sonuç olarak Melisa Kesmez çok iyi bir tercih gibi görünmüştü.

Aslında kendisi ile tanıştığım için mutluyum diyebilirim. Ama kitapları pek bana göre değilllerdi.Kapak tasarımlarına bakarak yazarın her iki kitabında yer alan ağırlıklı duygunun ne olduğunu tahmin edebilirsiniz sanırım, özellikle Bazen Bahar adlı kitabın hem kapak tasarımı hem de kitabın adı yetiyor kitabı özetlemeye. Yazarın kitaplarına karamsarlık hakim ve bir yaz okuması için aslıdna çok da doğru bir tercih değil.

Kitaplar kısa öykülerden oluşuyor, özellikle ilk kitabı olan Atları Bağlayın Geceyi Burada Geçireceğiz adlı kitabında çok fazla öykü var. Güzeller de.. Sadece bana göre değiller; çok, çok karanlıklar. Fakat hepsi bir yana ben Bazen Bahar'daki ilk öykü olan Domates Tohumlarını çok sevdim.

Her iki kitabı karşılaştıracak olursam da Bazen Bahar benim için çok daha iyiydi. Gerek öykülerin içeriği olsun gerekse de sayılarının azlığı... Bu tarz kitaplar okumayı seviyorum ama öykü sayısı fazlalaştıkça bunalıyorum. Aynı yazarın kaleminden, farklı gibi görünen ama özünde aynı duyguya ait çok fazla şey okumak bana iyi gelmiyor. Ama bu kitapların size hitap edeceğini düşünüyorsanız ve ikisini de okuyacağınızdan eminseniz tabi ki ilk kitabı ile başlamanızı öneririm.

Lafı kısa kesmek gerekirse, Melisa Kesmez kalemi iyi fakat bana hitap etmeyen bir yazar diyebilirim. Çok iyimser bir insan değilseniz benim gibi daha neşeli yazıları okumanızı tavsiye ederim ^^ .




Bibliomaniacs Puanı:


17 Ocak 2017 Salı

Yorum : Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm


Başlık: Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm
Yazar: Zülfü LİVANELİ
Yayınevi: Doğan Kitap
Sayfa: 212


"Bu nasıl bir kalem ki her okuduğum kitabında beni bambaşka şekilde sarıyor" diye düşündüm kitabı okurken. Heralde anlamışsınızdır zaten kitap hakkında ki düşüncelerimi.

Zülfü Livaneli'nin 3. okuduğum kitabı. Fakat ilk kitap alışverişimde yeni bir kitabını daha sipariş edeceğim kesin. Her 3 kitabında da bambaşka duygulara kapıldım. "Serenat" sizi baştan aşağıya saracak bir aşk romanı iken "Kardeşimin Hikayesi" apayrı bir kurgu, tadına varılamayacak bir romandı ama şuan anlattığım kitap ikisinden de farklı bir lezzete sahip kesinlikle. Bu lezzet kitabın ikili anlatımından mı ( her bölüm hem yazarın hem de kahramanın gözünden anlatılıyor) yoksa konusundan mı bilemiyorum tabi.

12 Mart olayları sonrası hayatı kararan Sami mülteci olarak gönderildiği İsveç'te yattığı hastanede hayatını karartan insanı görür ve kitap  boyunca öldürmek ve bağışlamak kavramları arasında gider gelir. Kitabı okurken kahramanın kendi anlattığı bölümlerde neden hayatının karardığını, çok büyük aşkı Filiz'i ve sonrası yaşadıklarını da öğreniyoruz. Bu sırada yanında olan diğer mülteci arkadaşlarının da hayatlarını okuyor ve hem mülteciliğe hem de 71 Muhtırasına bir göz atmış oluyoruz. 

Benim tarih sevgimden mi bilemiyorum ama ben bu kitabı ayrıca sevdim. Her okuduğum satırda basitçe verilmiş kararların başka insanların hayatlarını ne hale getirdiğini bir kez daha gördüm. Kendime de paylar çıkardım ama tabi ki çerçeveye daha büyük açıdan da baktım.

Bibliomaniacs Puanı:



7 Ocak 2017 Cumartesi

Yorum : Kafamda Bir Tuhaflık





Başlık: Kafamda Bir Tuhaflık
Yazar: Orhan PAMUK
Yayınevi: YKY
Sayfa: 466

Ne kadar da özlemişim bir Orhan Pamuk kitabı okumayı. Lise yıllarında takıntılı olduğum iki yazar vardı. Biri Reşat Nuri Güntekin diğeri ise Orhan Pamuk... Gidip gelip ilçenin kütüphanesinden  alırdım Orhan Pamuk kitaplarını; ta ki Masumiyet Müzesi'ni okuyana kadar... Neyse, oralara çok girmeyeyim. Bu kitap bana yazarı ne kadar özlediğimi hatırlattı ve benim tekrar Orhan Pamuk kitapları okuma yolumu açtı.

Çok farklı konulara değinmiş Orhan Pamuk bu kitapta. Hani onun kitaplarında her zaman gördüğümüz modern ya da zengin İstanbul insanları yok. Tam aksine İstanbul'un gecekonduları var. 1960'ların sonlarında, Konya'dan İstanbul'a göç eden Aktaş ve Karataş ailelerinin yaşadıkları olaylar anlatılırken, İstanbul'un kültürel ve mimari değişimleri de işlenmiş. Böylece kitabı okurken hem Mevlut'un yaşamına bakıyorsunuz hem de İstanbul'un değişimini adım adım izlliyorsunuz; köylerden göç eden o insanların ne halde yaşadıklarını, gecekonduların yapılışı sonrasında o evlerin yıkılıp yerine gökdelenlerin dikilişini ve bütün bunlar olurken o yoksul halkın neler çektiğini... İstanbul da yaşamamdan dolayı mı bilemiyorum ama bu bölümler benim inanılmaz ilgimi çekti.  

Kahramanımız Mevlut saf mı saf temiz mi temiz bir adam. Kitabı okurken hem içiniz acıyor ona hem aşırı kızıyorsunuz. Ben kitabın bazı yerlerinde kendi kendimi yedim "yapma Mevlut ezdirme kendini" diye diye. Ama sonlara doğru "iyi ki öyle yapmışsın Mevlut" demeyi öğretti bana kitap.
Bir de aşık oluyor kahramanımız ve yanlışta olsa doğru da olsa aşkının peşinden sonuna kadar gidiyor. Yani masum bir aşk hikayesi de var kitabımızda.

Daha o kadar çok şey anlatmak isterim ki kitap hakkında... Fakat devam edersem spoiler olacak korkusuyla burada bırakıyorum ama bana göre Orhan PAMUK, 460 sayfalık bir kitabın her satırında okuyucuyu ayakta tutabilecek yazarlarımızdan biridir. 

Bibliomaniacs Puanı:



Yorum: The Wrath and The Dawn



Başlık: The Wrath and The Dawn
Yazar: Renee Ahdieh
Yayınevi: Putnam
Sayfa: 400

"It must be a special book." "All books are special dear."
The Wrath and the Dawn öyle bir kitaptı ki söze nereden başlamam gerektiğini inanın bilemiyorum. Bir şekilde kitabı ve duygularımı size anlatmaya çalışacağım, bakalım anlaşılır bir şeyler çıkacak mı ortaya...
The Wrath and the Dawn Binbir Gece Masallarının bir uyarlaması.  Khalid Ibn al-Rashid adında 18 yaşındaki bir çocuk kral her şafak vaktinde Khorosan'dan bir kızın canını almaktadır ve bu kızlardan biri olan Shiva'nın arkadaşı Shahrzad ise  arkadaşının intkamını almak için canavar caliph Khalid'in eşi olmaya gönüllü olur. 
"I'll not be the last. I will see tomorrow's sunset. This I swear to you." 
Hikaye bu şekilde başlar. Gerisi ise tahmin edileceği üzere Shahrzad şafak vaktine kadar Khalid'e bir masal anlatır ve ölmesi gereken zaman geldiğinde masalı bitirmeden bırakır. Tahmin edin sonra ne olur?. Tabii ki canavar caliph Khalid -güya- masalın sonunu merak ettiği için Shahrzad o gün ölmez, ve sonraki gün de.. Daha sonraki gün de...
"All our lives are forfeit, sayyidi. It is just a question of when. And I would like one more day."
Shahrzad her anlamda çok güçlü bir karakter. Kitap boyunca bir defa bile onun kitabın başında bize yansıtılan karakterine ters düşen herhangi bir hareket yaptığını görmedim. Bu da benim için çok önemli bir nokta çünkü romantik kategorideki çoğu kitaplarda karakterler bir süre sonra farklı bir şekile bürünüyorlar ve bu hiç hoş olmuyor. Shahrzad inatçı, kararlı, güçlü, yetenekli ve oldukça zeki bir karakter.
"But I am not here to fight. I'm here to win."


İntikam almak için yola çıkıyor ve ilerleyen sayfalarda zaman zaman kalbi başka bir yöne kaysa da aklını ön planda tutarak kalbine yenilmemeye çalışıyor. 

 "I could never love such a man . . . such a monster.” 
  

Zaten aşık olduğu biri olduğudan -Tariq- başlarda bu durum onu zorlamıyor belki ama ne olacağını en başından bilen bizim için Shahrzad'ın canavar diye bilinen caliph Khalid'e kalbini kaptırması hiç de şaşılacak bir durum değil tabii ki.

"It doesn' matter what he is thinking. It will never matter. It should never matter."


Khalid Ibn al-Rashid... Khalid benim şimdiye kadar okuduğum kitaplar arasında en sevdiğim erkek karakter desem çok abartmış olur muyum bilemiyorum. Diğerlerine haksızlık olmasın hadi, en sevdiklerimden biri Khalid... Khalid bir nedenle bu kızların canını alıyor ve sebebi de ikinci kitaba kalmadan ortaya çıkıyor bizi merakta bırakmıyor. Khalid'İn karakteri de Shahrzad gibi, güçlü bir karakter ama daha önceden bir zayıf noktası olmayan birine göre Shahrzad'ın hayatına -her anlamda- dahil olması ona yapmayacağı şeyleri yaptırıyor belki de ama bunu yine asaletle yapıyor.

“He is quiet. But a man much wiser than I once said that the smartest men are the silent ones . . .”
Tariq waited, barely managing to conceal his growing contempt.
Captain al-Khoury leaned closer. “Because they hear everything.”
“It’s an interesting notion,” Tariq mused. “Who said it?”
Captain al-Khoury smirked with cool deliberation. “Khalid.”
Khalid sessiz görünen ve genç kızların canını almaktan başka bir iş yapmıyor gibi görünen bir caliph. Ve birkaç kişi dışında ise pek de sevilmeyen hatta ölesiye nefret edilen biri.  Ama biz bu sessizliğin arkasındaki adamı ve yapabileceklerini ise Shahrzad  sayesinde öğreniyoruz. 

"Hate is not the right word for such a man."
Bir de Captain al-Khoury var... Kendisi sevdiğim yan karakterlerden biri olur çünkü bu ciddi hikayeye ciddiyetsiz bir karakter gerek. Kendisinin mütemadiyen ciddiyetsiz olduğunu söylemiyorum tabii ki. O da zeki ve ne zaman nasıl davranması gerektiğini bilen bir karakter. Ve Kahild Shahrzad'ın kadınsı yanını daha çok gördüğünden belki de Jalal onun güçlü yanını daha net görebiliyor. 
    “So you would have me throw Shazi to the wolves?”
“Shazi?” Jalal’s grin widened. “Honestly, I pity the wolves.” 
Bir de Despina var. Shahrzad'ın yardımcısı ya da onu gözetlemek üzere yanında tutulan bir ajan diyebiliriz. Sevdiğim yan karakterlerden biri. Hiçbir şekilde Shahrzad'dan lafını esirgemiyor. Net bir karakter. Belki biraz da kendini beğenmiş...


-So he sent you here to  spy on me?
-Yes.
-Are you a good spy?
-The best.
-A good spy would hide her identity.
-The best spies don't have to.
Bunlar dışında kitapta önemli yere sahip olan karakter sayısı oldukça fazla ama ben onlara değinmeyeceğim.
Hikayede büyü var ama en azından ilk kitapta bunun üzerinde çok durulmuyor her ne kadar hikaye içerisinde kritik bir öneme sahip olsa da ... Uçan halı vs de var tabii. Bu kitapta benim hoşuma giden özelliklerden biri de buydu işte. İki kitaptan oluşan bu hikayenin, okuduğum kadarıyla, her kitabında farklı bir konu üzerinde duruluyor. The Wrath and the Dawn daha çok karakterleri tanıtma, aralarında ilişkileri ve bir şekilde Shahrzad'ın intikamını aldığı cinayetler üzerine... Diğer kitapta ise büyünün kötü etkilerini göreceğiz ve beklemediğimiz kişilerden beklemediğimiz davranışlara şahit olacağız diye düşünüyorum.

Şimdiye kadar üzerine konuştuğum her roman için söylediğim gibi ben romanlarda karakter gelişimi görmeye bayılıyorum. Olmazsa olmazlarımdan benim için ve bence bu kitap bunun çok güzel bir örneği. O yüzden benim nazarımda ayrı bir alkışı da hak ediyor. 

Kitabın sevdiğim bir diğer yanı ise betimlemeler, kelime seçimleri. Her defasında yazar için 'çok zeki' deyip durdum. Üzerini çizdiğim o kadar çok satır var ki, heppsini burada paylaşsam inanın bir novella elde ederim. ^^ Kitabın her satırında -biraz da kitap boyunca dinlediğim Arap müziklerinin etkisinden olsa gerek- o dünyadaymışım gibi hissettim, o duyguları en derin şekilde hissettim. İnsanların Khalid'den nasıl nefret ettiklerini, onu hala seven kişilerin neden sevdiklerini, Shahrzad'ın duygularını, Jalal'ın Khalid'i korumasını, her şeyi... Mesela aşağıdaki cümle her okuduğumda gözlerimi doldurur benim.

"Don't hate him delam. After all, every story has a story."
Bir de tabii kitapta yer alan Farsça kelimelerin güzelliği...

Jonaam, delam... Nasıl da güzeller.

Bunların yanı sıra tabi o kültüre ait bir çok kelime olduğundan kitabı okumak bir anlamda zordu. Ama ben epub olarak okuduğum için bilmediğim kelimelerin üzerine tıklayaran anında anlamını ya da web'de bir fotoğrafını görme şansını elde ettim. İkinci kitabı da bu şekilde okuyacak olmama rağmen kitap olarak da bu romanları satın alacağım. Sepete çoktan ekledim bile. ^^ Ekran üzerinden kelimelerin üzerini çizme keyfini kitap halinde fazlasıyla yaşamak istiyorum.

Son olarak değinmeden edemeyeceğim Renee Ahdieh de bir whovian olabilir mi sanki? Sizce de Doctor Who'dan bildiğimiz bu satırlar ile ;


"We are all stories in the end. Just make it a good one."
The Wrath and the Dawn'dan bu satırlar çok benzemiyorlar mı?


“Our story may have come to a close, but your story is still yet to be told.
Make it a story worthy of you.”
  
Bildiğim kadarıyla henüz Türkçe'ye kazandırılmamış bu kitap umarım en kısa sürede bir yayınevince çevirilir ve Türk okurları ile de buluşur. Herkesin okumasını isterim bu kitabı...          


“Trust that some secrets are safer behind lock and key."


Bibliomaniacs Puanı: